Üst üste yığılı cesetler... Az önce ne kadar şişkinse damarlar,
sinirler ne kadar gerginse, şimdi her şey o kadar sakin, serin. Ölüme karşı
savaşmıyor ölüler. Kopan bacaklar, sarkan eller, akan kanlar... Hiçbir şeyin
farkında değil yüzleri. Yıldızların altında koyun koyuna yatıyorlar. Kimisi
dostuna sarılı, kimisi düşmanına. Yaşam akıp gitmiş. Suları kımıltısız bir göl,
yüzünde ayı resmetmiş; ay ışığı altında ölüler, yüzlerinde o gölü...
Kurt yavrusunun yüzünde Ölümün parmakları geziyor şimdi. Tüylerine dokunuyor,
dişlerine, kulağının diplerine... Eğiliyor kurdun yüzüne. Kurda değil de sanki
o ilk zamanda karanlık sularda gözlerini açan, karanlık ormanlarda beyaz
mantarlar toplayan, adı Ölüm olarak doğan çocuğun; o kendi karanlık
çocukluğunun yüzüne...
Her şeyi tüketen, harcayan, yok eden ve bütün bunları yaşamına kattığı
anlamlar ile meşru kılan insan... Bütün hikâyeler insanı ve onun dille, sözle
ördüğü yaşamı kutsadı. Peki ya ayın karanlık yüzünde ne var? Yazılmayan
hikâyelerde neler var? Ölü topraklarda, ölü bir hikâyeden yola çıkan Dakhumn,
okura örmek, anlamlandırmak yerine yüzleşme ve arınmaya varan bir yolculuk
sunuyor. Avcının da av, yaşamın da ölümcül olduğunu, kurt adamın önce insan
değil kurt da olabileceğini hatırlatarak...